İzmir'in ardından cihatçı selefi yapıya acil önlem

İzmir’de iki polisimizin şehit edilmesine yol açan saldırının faili olan 16 yaşındaki çocuğun sosyal medyada yer alan “kâfirler” vurgulu paylaşımı, üzerinde soğukkanlılıkla durmamız gereken bir alarm işaretidir. “Kâfir” damgalaması, cihatçı selefi yapılanmanın sıkça başvurduğu, kendisi dışındaki herkesi gayrimeşru ilan eden ve şiddeti meşrulaştırmaya çalışan kapalı bir zihniyet dünyasının anahtar kelimesidir. Bu dil, insanı ve hukuku yok sayar; bireyi önce hedefe, sonra ganimete dönüştürür.

Türkiye’yi zayıflatmanın yolu, uzun süredir denenmiş bir yöntemle, toplumu kimlik fay hatlarından çatlatmaktan geçiyor. Etnik zeminde istenen çatışma iklimi, toplumun geniş kesimlerince reddedildi; bu plan çoğunlukla terör örgütlerinin dar bir şiddet çevrimi içinde kaldı. Fakat aynı senaryonun bu kez mezhepsel ve inanç temelli bir gerilim üzerinden sahnelenmek istendiğine dair işaretler artıyor. Cihatçı selefi örgütlenmelerin dilindeki “tekfir” (ötekini iman dışı sayma) pratiği, tam da bu oyunun hayata geçirilmesinde kullanılan en yıkıcı araçlardan biridir.

Ortadoğu’daki Tecrübenin Karanlık Aynası

Irak ve Suriye’de gördüğümüz örnekler, devlet otoritesinin aşındığı, toplumsal dokunun parçalandığı her zeminde cihatçı selefi yapılarla diğer terör örgütlerinin birbirini besleyen, hatta yer yer birbirlerine alan açan bir döngü kurduğunu gösterdi. DAEŞ’in vahşeti, sahayı “güvenlik” iddiasıyla doldurmak isteyen başka yapılara meşruiyet üretmek için sıkça kullanıldı; petrol sahaları, yerel yönetim boşlukları, milisleşme dalgaları derken ortaya çıkan harita, halkları yoksulluğa ve korkuya mahkûm eden bir şiddet ekonomisi kurdu. Bu kirli mimarinin farklı varyasyonlarının ülkemizde denenmek istenmesi sürpriz olmayacaktır.

Türkiye İçin Yakın Risk: Radikalleştirilmiş Gençlik

Bugün asıl tehlike, dijital platformlar üzerinden genç zihinlere empoze edilen, “kâfir” etiketini şiddet çağrısına dönüştüren radikalleştirme mekanizmalarıdır. 16 yaşındaki bir gencin böylesi bir saldırıya sürüklenmesi, yalnızca bireysel bir “sapma” değil; hedef odaklı, çok katmanlı bir etki operasyonunun sonucudur. Sosyoekonomik kırılganlıklar, aile ve okul bağlarının zayıflaması, dijital yankı odalarında sürekli pompalanan nefret dili ve “kahramanlık” illüzyonu, gençleri şiddete koşullar.

Mezhepsel çatışmayı tetiklemeyi amaçlayan yasadışı yapıların en büyük kozu, toplumu dini ve kültürel kimlikler üzerinden birbirine düşürmektir. Bu oyunun ilk perdesi dildir: “Biz” ve “onlar” ayrımı, ardından “onlar yok edilebilir” yargısına bağlanır. Oysa bu ülkenin ortak paydası, hukukun üstünlüğü ve insan onurudur; inanç alanı, devlet aklı ve toplumsal barışın teminatı olan laik hukuk düzeni içinde güvence altındadır.

Devlet Aklı, Toplumsal Vicdan

Türkiye’nin milli güvenliği, yalnızca sınırda değil; okulda, sosyal medyada, aile sofrasında, camide, kültür merkezinde savunulur. Cihatçı selefi şiddetin dayattığı “kâfir” dili, bizi birbirimize düşman etmeyi amaçlar. Bu oyunu bozmanın yolu, hukukun ve ortak vicdanın sesini yükseltmekten geçer.

İzmir’de yitirdiğimiz iki canın ardından, acımız büyük; fakat acının içinden ders çıkarmak zorundayız. Radikalleşmeyi doğuran zemini kurutmak, nefret dilini görünür kılıp marjinalleştirmek ve gençlerimizi anlamlı bir hayat ufkuyla buluşturmak, güvenlik bürokrasisi kadar eğitimcilerin, yerel yöneticilerin, kanaat önderlerinin ve hepimizin ortak görevidir.

Ömer Duran