Murat Toprak Yazdı: Kibir
Murat Toprak Yazdı: Kibir
Bir insanın içini en hızlı çürüten duygulardan biridir kibir. Sessizce gelir; başarılarımızın, bilgilerimizin, unvanlarımızın ya da sahip olduklarımızın gölgesine saklanır. Önce küçük bir tatmin olarak başlar, ardından kendini haklılık zaafına dönüştürür. Farkında olmadan insanı yalnızlaştırır, körleştirir, hatta değersizleştirir.
Hepimiz var olduğumuz toplumun bir parçasıyız. Sosyal yaşantımız, aile ilişkilerimiz, okul ve iş hayatımız, bizleri ait olduğumuz sosyal çevre içerindeki yaptığımız davranışlarımızla sevgi ve saygı kazandırır. İyi huylu olmanın en güzel örneği sadeliktir. Tevazu sahibi ve alçakgönüllü olmak insanı girdiği her yerde yücelten ve onurlandıran davranışların en önemlilerindendir.
İlahi Komedya adlı eserin yazarı Dante Alighieri Cehennem adlı bölümde şu cümleleri söylemiştir.
Üç kıvılcım tutuşturmuş cümle kalbi,
Kibir, haset ve açgözlülük yani.
Kibirli insan, her şeyi bildiğine inanır ama öğrenmeye kapalıdır. Başkalarının fikirlerine kulak vermez çünkü zaten kendi söylediklerinin yeterli olduğunu düşünür. Oysa gelişim, her şeyden önce tevazu ile başlar. Çünkü öğrenmek için “bilmediğini kabul etmek” gerekir. Ve kibir, tam da bu kapıyı kilitler. Toplumda çoğu zaman başarı ile kibir karıştırılır. Bir insan kendine güven duyduğunda, bunu kibir olarak algılayanlar olabilir. Oysa özgüven, “ben değerliyim” derken; kibir, “ben senden daha değerliyim” der. İnce bir çizgi ama çok temel bir farktır bu.
İlginçtir; en büyük liderlerin, en başarılı insanların ortak noktası kibir değil, tevazu olmuştur. Çünkü gerçekten güçlü olanlar, gücünü sergileme ihtiyacı duymaz. Tıpkı dolu başağın eğilmesi gibi, bilgi ve bilgelik de insana alçakgönüllülük getirir. Boş olan başak ise yukarıda kalır; sanki bir şeymiş gibi...
Günümüz dünyasında sosyal medya, başarıyı sürekli olarak vitrine koymaya zorluyor. İnsanlar kendini göstermek, onay almak için didiniyor. Bu ortam, kibiri beslemek için elverişli bir zemin sunuyor. Her beğeni, her övgü, içimizdeki o “ben” duygusunu daha da şişiriyor. Oysa gerçek değer, içten gelen sükûnettedir. Sessiz ama sağlam duruşlardadır.
Kibir, bir duvar gibi örülür insanla hayat arasına. O duvarı yıkmak kolay değildir ama fark etmek mümkündür. Kendimize şu soruyu sormakla başlayabiliriz: “Bugün, birinden bir şey öğrendim mi?” Eğer cevabımız ‘Hayır’sa, belki de o duvarı örmeye başlamışızdır bile.
Kibir insana geçici bir üstünlük hissi verse de, kalıcı yalnızlıklar inşa eder. O yüzden başarıdan önce tevazuyu, sözden önce düşünceyi, övgüden önce öz eleştiriyi koymak gerek. Çünkü insanı yücelten sahip oldukları değil, sahip olduklarına rağmen alçakgönüllü kalabilmesidir.
Tarih ibret hikâyeleri ile doludur. Anlık gafletler, ihtiraslar, açgözlülükle kapanan gözler, nam uğruna ödenen bedeller, güzelliğin büyüsü ile hiç bitmeyecek gibi yaşanan çalkantılı hayatlar. Geçmiş, geleceğin her zaman haşarı kardeşi olmuştur. Bende onun gibi yaşayacağım denilen yerde,aynı olayların gerçekleşme ihtimali çok fazladır.
Büyük İskender, tarih boyunca zaferleri ve fetihleriyle tanınan bir askeri liderdi. Genç yaşta dünyanın en büyük imparatorluğuna sahip oldu ve her gittiği yerin halkını, topraklarını, kültürünü fethetti. Ancak İskender, zaferlerinin onu Tanrısal bir figür haline getirdiğini düşünmeye başladı.
Bir gün, İskender'in bir rahip ona tapınarak "Tanrısın!" dedi. İskender, bu sözü duyunca büyük bir kibirle başını eğdi ve rahibe "Evet, Tanrıyım!" dedi. Ancak bunun hemen ardından bir başka rahip ona şöyle söyledi: "Tanrı yalnızca Tanrı’dır. İnsanlar Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır. Hiç kimse Tanrı olamaz, yalnızca Tanrı'nın yaratıklarından biridir."
İskender bu sözlere karşı derinden etkilendi, ancak kibirli duruşu ve egosu ona engel oldu. Sonuç olarak, Tanrı’yı bile kendisine rakip görmeye başlamıştı. Yıllar sonra, genç yaşta ve bir fetih daha yapmadan ölmesi, kibirli düşüncelerinin bir bedeli olarak tarihe geçti.
Kibir, insanı Allah’ın kudretini ve kendi sınırlarını unutturur. Oysa en büyük zafer, tevazu ve insanlıkta saklıdır.
Büyük Türk Komutanı, Anadolu’nun kapılarını açan, büyük zaferlerle muştalanan, rakibi Bizans İmparatorunu esir aldıktan sonra serbest bırakacak kadar tevazu sahibi bir insan olan. Sultan Alparslan kendi sözleri ile bir anlık gaflet ile geri dönülmez bir ayrıma girebiliyor.
1072 günü, Yusuf el-Harezmi adında bir muhafız yakalanıp sultanın huzuruna getirilir. İki gulamın (asker-kölenin) refakatinde Alparslan’ın huzuruna çıkartılır. Sultan dört kazık çakılıp el ve ayaklarının bu kazıklara bağlanmasını emredince Yusuf, “Ey muhannes! Benim gibi bir adam böyle mi öldürülür?” der. Bu söze çok kızan sultan, eline yayını alıp iki gulama “Serbest bırakın şunu” dedikten sonra Yusuf’a ok atar, fakat isabet ettiremez. Oysa o güne kadar attığı hiçbir ok hedefinden şaşmamıştır. Yusuf ise derhal Alparslan’ın üzerine atılır. O sırada tahtında oturan sultan, Yusuf’un üzerine doğru geldiğini görünce ayağa kalkıp tahttan inmek ister; ancak ayağı sürçer ve yüzü koyun düşer. Sultanın üzerine çullanan Yusuf, yanında bulundurduğu bıçağı Alparslan’ın böğrüne saplar. O sırada ayakta bulunan Sadüddevle’yi de birkaç yerinden yaralar. Sultan yaralı vaziyette kalkıp diğer çadıra girer ve bu sırada hizmetçilerden biri Yusuf’un başına topuzla vurup öldürür. Ardından içeri giren Türkler Yusuf’u parçalar (İbnü’l Esir, Cilt 10, 79).
Sultan Alparslan’ın şu tarihi cümleyi kurduğu rivayet edilir.
“Her nereye yönelsem ve hangi düşman üzerine yürümek istesem, daima Allahtan yardım dilerim. Dün bir tepeye çıktım. Ordumun azametinden ve askerlerimin çokluğundan dolayı altımda yer titriyordu. Kendi kendime, ‘Ben bütün dünyaya hüküm eden biriyim, bana hiç kimsenin gücü yetmez’ dedim.
Bu yüzden Allah Teâla beni yarattıklarının en zayıfı karşısında aciz bıraktı. Allahtan mağfiret diler ve bu düşüncemden dolayı beni affetmesini niyaz ederim”(İbnü’l Esir, Cilt 10, 79).
Her ölüm trajiktir; ancak Sultan Alparslan’ın ölümü belki biraz daha trajiktir. Her ölüm vakitsizdir; ancak Alparslan’ın ölümü biraz daha vakitsizdir. Hayata veda ettiğinde, 33 yaşında ölen Büyük İskender’den yedi yıl uzun, 55 yaşında ölen Selahaddin Eyyubi’den on beş yıl kısa yaşamıştır.
Dünya saltanatı geçidir. Ömür toprağa göçücüdür. Karun kadar zengin dahi olsanız bir kefeniniz dahi olmayabilir. Güzelliğiniz dillere destan olsa gün olur yüzünüzde bir çıban sizi aynalara dahi küstürebilir. Velilik cübbesini kuşanıp, nutuk atarsınız da, gece gündüze döndüğünde birde bakmışsınız delilik çıplaklığıyla ortada kalmışsınız.
Karacaoğlan ne güzel söylemiş:
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Tas tas içtim ağuları, sağ iken
Kahbe felek vermez benim muradım
Viran oldum, mor sünbüllü bağ iken
Aradılar, bir tenhada buldular
Yaslandılar, şıvgalarım kırdılar
Yaz bahar ayında bir od verdiler
Yandım gittim, ala karlı dağ iken
Farımaz da deli gönlüm farımaz
Akar gözlerimin yaşı kurumaz
Şimden geri benim hükmüm yürümez
Azil oldum, güzellere bey iken
Karac'oğlan der ki, bakın geline
Ömrümün yarısı gitti talana
Sual eylen bizden evvel gelene
Kim var imiş, biz burada yoğ iken
Bulunduğunuz yer, makam, divan her zaman değişebilir. Zaman akıp giderken yaptığınız iyilikler, güzellikler ve insani davranışlarınız sizi doğru insan yapar.
Doğruluğun en güzel yanı ise asla pişman olmamasıdır.
21.10.2025
ANKARA
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.